Bir Köftenin Yolculuğu...

Ben leziz bir köfteyim. Aslında 'ben' değil, 'biz' demem lâzım; çünkü yağ, karbonhidrat, protein ve vitamin ihtiva eden bir besin maddesiyim. İnsanlar -bilhassa çocuklar- beni çok sever. 

Yeni pişirildim ve tabakta bekliyorum. O da ne! Dört sivri ucu olan bir metal, tam göğsüme batırıldı ve beni kapısı açılıp kapanan, hareketli bir odaya attı. Bu odada üst üste iki sıra hâlinde U şeklinde dizilmiş, kimi keskin kimi de değirmen taşı gibi yassı 32 adet kaya var. Öndeki kayalar beni sıkıştırıp keserek büyük parçalara ayırdılar. Altta bulunan yumuşak bir kürekle parçalarım biraz arkaya itildi. Arkadaki kayalar ise, parçalarımı iyice ezerek beni âdeta hamur hâline getirdi. Bu arada odanın sağında, solunda ve altında bulunan birçok musluktan üzerime sular fışkırmaya başladı. Bünyemde bulunan karbonhidratlar, bu sudaki pityalin enzimi (alfa amilaz) tarafından parçalanmaya başladı. Fışkıran sular, bünyemde bulunabilecek muhtemel mikropları öldürmekle vazifeli lizozim ve antikor gibi maddeler ihtiva ediyordu. 

İyice yumuşamış ve kayganlaşmış, âdeta bulamaç hâline gelmiştim. Yukarıda bahsettiğim yumuşak küreğin hareketleriyle çok dar bir boruya doğru sevk edildim. Borunun içinde, beni dâima aşağı iten hareketler vardı. Borudan aşağıya indirilirken, bir kapı açıldı. "Daha geniş bir odaya girecek ve sıkıştırma hareketlerinden kurtulacağım." derken, dibinde hafif renkli bir sıvı olan kuyuya düşüverdim. Burada biraz olsun ferahlayacağımı düşünürken, içine düştüğüm sıvının, mermeri delebilecek (pH=0,8 ) kuvvette bir asit olduğunu öğrendim. "Eyvah!" diye feryat ettim; ama iş işten geçmişti. Bu asit, muhtevamdaki proteinleri parçalamaya başladı. Aynı zamanda bu büyük kuyunun duvarlarındaki bazı hücrelerden salgılanan, asitsiz ortamda tesir göstermeyen pepsinojen, bu asitle hemen aktifleşiyor ve beni iyice parçalıyordu. Proteinlerimin büyük bir kısmı parçalanmıştı. "İçine düştüğüm sıvı, mermeri parçalıyor da, neden bu kuyuyu parçalamıyor?" diye düşünürken, kuyunun duvarlarının ince bir tabaka hâlinde asitlerin parçalayamadığı sümüksü bir madde ile kaplanmış olduğunu öğrendim. 

"Kurban olduğum Rabb'im, Sen izin vermeyince mermeri delen asitler, yumuşak bir dokuya zarar veremiyor." dedim. Kuyuya benzer bu odada yaklaşık bir saat kadar, diğer besin maddeleriyle beraber hem karıştırıldık, hem de parçalandık. Daha sonra bu odanın dış duvarları bizi sıkıştırdı ve geldiğimiz borunun tam tersi istikamette âniden gevşeyen bir kapağın açılmasıyla yeni bir boruya fışkırtıldık. Bu boru, 12 parmak (duodenum: Lâtince on iki) yan yana dizilmiş intibaını veren bir görüntüye ve 15–18 cm civarında bir uzunluğa sahipti. Burada hâlimiz yine perişandı. Bu sefer de, bir çeşmeden boşalan bazik (sodyum bikarbonat) bir salgı ile karşılaştık. Bu sıvı, bize karışan asitleri tesirsiz hâle getirmekle, yani asitlerin bulunduğumuz borunun korumasız olan duvarlarına zarar vermesini önlemekle vazifeliydi.

Burada da muhteviyatımdaki karbonhidratları parçalayan amilaz, yağları parçalayan lipaz, proteinleri parçalayan tripsin, kimotripsin, karboksipolipeptidaz ve daha birçok enzim üzerime saldırdı ve beni en küçük yapıtaşlarıma kadar parçaladı. Bu arada, beni paramparça eden enzimlerin, gelmiş oldukları protein, yağ ve karbonhidratlardan müteşekkil çeşmeyi (pankreas) niçin parçalamadığını düşünmeye başladım. Sonra, bu enzimlerin, pankreas dokusunda aktifleştirici faktörler olmadığından aktif hâle geçemediklerini, ancak bizim bulunduğumuz boruya geldikten sonra bağırsak duvarından salınan faktörler vasıtasıyla parçalayıcı özellik kazandıklarını öğrendim. 

Bu ince boruda iyice parçalandıktan sonra, borunun sonuna doğru üzerimize yeşil bir sıvı (safra) döküldü. Deterjan gibi iş gören bu sıvı, bilhassa muhteviyatımdaki yağları parçalamakla vazifeliydi. Bütün bu hâdiselerden sonra, çok mükemmel bir fabrikanın içinden geçtiğimi anladım. Uzunluğu üç metreye yakın bu ince boruda ilerledikçe parçalanacak hâlimiz kalmadı. Sadece içimize katılan soğan ve maydanoz gibi bitkilerin parçalanmayan selüloz lifleri, çok kalın ve kısa bir boruya kadar yolculuklarına devam ettiler. Onların o kalın boru içinde sularının emildiğini, kalanların da bir müddet biriktikten sonra tuvalet denen bir çukura atıldığını öğrendim. 

Bu arada borunun duvarlarının kıvrımlı ve pütürlü olması oldukça dikkatimizi çekti. Meğer buralar, parçalarımızın iki ayrı yoldan başka bir âleme geçme noktalarıymış. Bu kabarcıkların içinde bulunan oldukça ince kılcal yollardan, kırmızı ve beyaz iki farklı (kan ve lenf yolu) sıvı ihtiva eden daha ince borulara geçirildiğimizi anladık. Artık 'ben' yoktum, benim çok küçük parçalarımdan oluşan 'bizler' vardık. Karbonhidratların parçalanmasından ortaya çıkan en basit birimler olan glikoz ile proteinlerin parçalanmasından açığa çıkan aminoasitler kırmızı sıvıya geçirilirken; yağ asitleri olan kardeşlerimiz, lenf olarak isimlendirilen beyaz sıvıya alındılar. Glikoz ve aminoasit kardeşlerimiz kırmızı sıvıyla taşınarak karaciğer isimli bir fabrikaya götürüldüler; burada bazı hususi işlemlerden geçirilip, faydalı hâle getirildikten sonra, tekrar kırmızı sıvıya veriliyorlardı. Ancak ne hikmetse beyaz sıvıdaki yağlar (lenf) bu fabrikaya uğramadan ayrı bir yoldan daha sonra kırmızı sıvıya geçiriliyordu. Bunun sebebini daha sonra öğrendim: Eğer yağ asitleri; glikoz ve aminoasitle birlikte karaciğere gelseydi, bu fabrikayı bozacak ve onun çalışanlarını öldürecekti. 

En sonunda kırmızı sıvı bizi, sayısı 100 trilyonu bulan hücre isimli küçük odacıklara taşıdı. Hepimiz ayrı ayrı hücrelere gönderilmiştik. Burada öncelikle glikoz kardeşimizle oksijen birleştirilerek su, karbondioksit ve enerji üretiliyordu. Bu odacıkların çalışabilmeleri için, enerjinin gerekli olduğunu öğrendim. Enerji için glikoz yeterli olmazsa, yağ kardeşlerimiz de enerji üretiminde kullanılıyordu. Aminoasit kardeşlerimizden ise, odacıkların yapısında kullanılmak üzere sağlam proteinler; glikoz ve yağ depoları tükendiği durumlarda da enerji üretiliyordu. Bu odacıklarda, ihtiyaç fazlası yağ ve glikoz depo edilebiliyordu. 

Anlayacağınız, yolculuğun başında köfte olan ben, sonunda su, karbondioksit ve enerjiye dönüştüm. Bir kısmım yapıtaşı olarak, bir kısmım da hücrelerin hayatî faaliyetlerinde vazife aldığından insanlık mertebesine yükselmiş ve büyük bir şeref kazanmıştım. 
Bütün bu parçalanma ve emilme hâdiselerinin sonunda bir kısmımız yapıya katılmış, içinde benim de bulunduğum enerji elde edilen diğer bir kısmımız da vazifelerimizi bitirdikten sonra karbondioksit isimli boğucu ve kirli bir gaz hâline girmiştik. Yoğunluğumuz çok arttığı takdirde bulunduğumuz odacıkları boğabileceğimiz söz konusu olduğu için, tekrar kırmızı sıvıya atıldık. Büyük bir pompanın ittiği bu kırmızı sıvı içinde bulunan hemoglobin isimli moleküle bindirilerek, milyonlarca keseden oluşan ve süngere benzeyen akciğer isimli harika bir fabrikaya getirildik. Akciğer keselerine gelmiş taze hava içindeki oksijenle yer değiştirdik. 

Artık bir insanın vücuduna veda etme zamanı gelmişti. Bir karbondioksit olarak karanlık ve daracık yerlerden çıkıp özgürlüğüme kavuştuğuma şükrettim. 

Ancak havada bir müddet dolaştıktan sonra, yeşil bir bitkinin yaprağına konduruldum. Yaprağın üzerindeki küçük pencerelerden (stoma) geçerek, hücrelerde harika bir şekilde çalışan klorofil fabrikasında misafir edildim. Burada topraktan borucuklarla getirilen su ile birleşmem için beni zorladılar. Buna gücümün yetmeyeceğini söyleyince, hemen güneş ışığı ile mahiyetimi değiştirip, beni kimyevî bir enerji deposuna çevirdiler. Artık basit bir karbon atomu değildim, enerji kaynağı olan bir glikoz molekülünde kendime yer bulmuştum. Bundan sonra içinde bulunduğum bitkinin mahiyetine ve genetik programına göre nişastaya, proteine veya yağlara dönüştürülebilirdim. Ben bir yeşil yonca yaprağının üzerinde sağa sola salınırken hiç beklemediğim bir şey oldu. İçinde bulunduğum yeşil yapraklar bir inek tarafından afiyetle yeniliverdi. 

İneğin vücudunda yeni bir fasıl başlamıştı. Çeşitli kimyevî işlemlerden geçirildikten sonra bana bu yeni ev sahibimin kaslarındaki proteinlerde vazife verildi. Keyfim de iyiydi. Artık kendimi ot değil, bir hayvan proteini olarak hissediyordum. Ottan çıkıp bir ineğin vücuduna geçmekle Esma-i İlâhî'nin tecellilerini göstermede bir mertebe daha yükselmiştim. 
Bir kurban bayramında içinde vazifeli olduğum mübarek hayvan kurban edildi. Etleri kıyma makinesinden geçirildi, ben de tekrar köfte olarak önünüze getirildim. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Tirit Yemeğinin Hikayesi

Mevlana Camii ve Turbesi-Konya

Maşukiye'de Kiremitte Balık ve Köfte-Yayla Alabalık